İnsan bu, meçhul. Yıllar önce Alexi Carell böyle yazmıştı.

Oysa insan meçhul biri değil. Yaratan onun nasıl bir mahluk olduğunu bize anlatır kitabında. Ekmel-i mahlukat ve eşref-i mahlukatla, belhum adal arasında bir mahluk işte.

Kainatın mahiyetini bilmiyoruz. Denizler mürekkep, bitkiler kağıt ve kalem olsa, bütün insanlık tarih boyunca ve bütün ömrünce onu yazmaya gücümüz yetmez. İşte o kainatın içinde dünyamız bir zerre bile değil. O zerrenin içinde bir zerre bile olmayan ben, sen, o, biz, siz, onlar.. Bir de kibrimize bakın. Bir bakarsın, sanki küçük dağları biz yarattık zannederken bir sivrisinek bile hakkımızdan gelebilir. Rüyalarımızdan bile korkarak uyanırız zaman olur. Allah’ı bile tanımayan, ama kendine birilerini, bir şeyleri put edinen, kan dökücü, muhteris, kıskanç, cahil, zalim, yalaka, şımarık mahluk!

Bırakalım kainatı, çünkü siz ışık hızıyla bir yolculuğa çıksanız da kainat daha büyük bir hızla genişlemeye devam ediyor, ta ki gerisin geriye ve daha hızlı bir şekilde dürüleceği güne kadar.

İnsan 5 duyusu ile bu dünyadaki nesnelerin ancak ve en fazla %4’ünün varlığının farkına varması mümkün. Duyduğumuz sesler, gördüğümüz nesneler, dokunduğumuz şeyler, aldığımız tatlar, kokladığımız kokuların üst sınırı ve sadece bu dünya ölçeğinde olmak üzere ancak bu kadar. %20 kadarı da bizim için karanlık bir dünya. Oraya bu akıl ve bu beş duyu ile ulaşmamız mümkün değil. Kainattaki, dünyaya benzerlikler dışındaki %75 gibi bir varlık ise, bizim sezgi ve idrakimizin dışında. Esir alemi o alem ama sonunda o da bu evrenin bir gerçeği ve bütün sistem karşılıklı bir ahenk, uyum, denge ve etkileşim içinde. Ve bunlar sadece yaratılmış olan şeyler için geçerli. Yaratanı idrak ise ne mümkün, O’nun kendi hakkındaki beyanı dışında.

Ne zamanın neresindeyiz, ne de mekanın neresindeyiz bilmiyoruz. Zamanda yolculuk da sadece farklı zaman boyutlarına geçişle sınırlı olabilir mi diye hayal ediyoruz. Çünkü o da sonuçta farklı bir boyutta ve frekansta, farklı bir yörüngede varolan bir süreci ifade ediyor.

Unutmayalım ki, Allah zaman içinde zaman yaratandır. Hz. Nuh, Hz. Süleyman, Ashab-ı Kehf, Hz. Muhammed (Onlara salat ve selam olsun) böyle bir yolculuğa çıkmışlardı. Başka örnekler de var tabii.

Biz Melekler, Cinler ve Şeytanlarla, Rical-ül Gayb ile birlikte yaşarken onları bile idrakten aciziz. İsra hadisesinde “Tay-yi zaman” ve “Tay-yi mekan” vardır. Bizim, bırakın onları tanımamızı, biz kendimizi bile tanımaktan aciziz. Oysa “Nefsini tanıyan, Rabbini daha iyi tanır”, ama bizim doktorlar, atom-fizikçileri, başka bir dünyanın insanı genellikle.

İlim ve hikmet bir terazinin iki kefesinde dengede durmuyorsa, orada bir sorun vardır. İlimsiz hikmet “zan” ve “vehim”dir, hikmetsiz ilim ise kitap yüklü eşek misali bir örnekle tesmiye olunur. “Gerçek” sizi “Hakikat”e yönlendirmiyor, götürmüyor, ulaştırmıyorsa, “Fıtrat” ile buluşturmuyorsa bir illüzyondan başka bir şey değildir. O zaman dikkat etmek gerek, çünkü “bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde hayır olabilir.” Onun için “Şeytan sizi Allah’la aldatmasın” denmiştir. Onun için “birilerini İlah ve Rab edinmememiz” emredilmiştir. “Norm koyucu” ve “Terbiye edici” yani Hüküm koyan ve terbiye eden yalnız “Allah”tır. ”Eğitim” bizi, “gerçeklik” adına başkalarının “zan”nına mahkum ederken, maarif bizi irfan yoluyla “Hakikat”a ulaştırır.

 

“Gerçek” belli bir zamanda, belli bir mekanda, belli bir olgu/olay karşısında kişinin idrakinde oluşan tepkiyi ifade eder ki, gerçek rölatiftir. Maarif, istişare, şûra ve tefekkür ve gelişen bir ilim, idrak ile bizi hikmete götürür. İslam ilim geleneğinde “İlham” için “Ledün”ün makamı olan  “Kalp/Fuad” bize “Kuvve-i maneviye” ile “His/sezgi” yoluyla bize istikamet kazandırır. “Güzel ahlak” Marifetullaha ulaşmanın ilk şartıdır. O makama ulaşmak için “Hüsn” vacib olur. Tahir olmak için de “Gubuh”dan tahir olmak gerekir.

“Hüsn”, zevki okşayan endüstriyel bir estetik’den çok farklı bir şeydir. O sadece “nesne”nin kendisinde olan değil, ona bakan gözde, o güzelliği aydınlatan ışıkta, onun içindeki güzelliği görmemizi sağlayan hikmette, Nurani bir bakış ve derinlemesine eşyaya nüfuz etmemizi sağlayan bir ilimle, gerçeğin ötesindeki hakikati görmemiz için gözümüz yanında kalp gözümüzü açmamıza yardımcı olacak salih bir kişilik kazanmamızla mümkündür.

Semantik bir bakışla, epistemolojik bakış çok farklıdır. Biri ile anlamaya çalışırız, öteki ile ona anlam yüklersiniz. Bu bir inanç, ideolojik ve politik bir ön yargı ya da pragmatik bir bakışla farklı bir şekil alabilir. Kişi tamamen çıkara dayalı bir ilişki sonucu kendini ya da başkasını kandırmak isteyebilir, başkasına karşı kendi ürününü beğendirmek için ürününü estetize etmek istiyor olabilir. Kişi kendini beğendirmek ya da korkutmak için kendini olduğundan farklı göstermek de isteyebilir.

Sonuçta olduğumuz gibi görünecek ya da göründüğümüz gibi olacağız bir gün. En azından kiramen katibinin kaydı böyledir.

Biz daha insanı anlamadan, tanımadan şimdi bir de Trans Humanizm çıktı başımıza. Kafamıza Chip takıp nesneler arası iletişim nihai hedefine ulaşmadan daha şimdiden, dijital insan psikolojisi, dijital toplum sosyolojisi, dijital demokrasi, şehirler, dijital ve biokimya, dijital algı ve mekatronik, yapay zeka, sibernetik, dijital düşünce ve bilgi, dijital para, ev, para, okul, iş. Başına “Dijital” deyip  sonuna bütün bilimleri ekleyebilirsiniz. “Dijital dönüşüm” eğer insan için teknolojiyi değil de teknoloji için insanı dönüştürmeyi hedefliyorsa, (Allah korusun) al başına belayı. O takdirde insan bir nesnedir. İnsan için teknoloji ne ise teknoloji için de insan o. Biz onun biyonik protezi, o da bizim tekno protezimiz. “Birey”lerin ürettiği bir yapay zekada toplanınca, o “o birey”den daha üstün ve belirleyici oluyor. 

 

Bizler tarihin yaşayan tanıklarıyız. Bu kez Mohikanların sonunu değil, insanlığın sonunu konuşuyoruz. İnşallah onlar başaramayacaklar. Bu süreçte bizim gösterdiğimiz zeka ve performans, bu işin maliyetini gösterecek. Selâm ve dua ile.

Okumaya devam edin
Yorumlar (0)